BİR ŞAİR, BİR ŞEHİR, BİR NEHİR…
Diyarbakır’a bir sonbaharda gitmek, ruhunuzu zenginleştiren bir serüvene davetiye çıkarmak gibi… Sokaklarında dolaşırken, binlerce yıllık tarihi hissetmek, güneşin sarı tonlarına bürünmüş taş duvarların arasında kaybolmak... Sonra kendini bulmak, sesini bulmak, kelimelerden bir dünya kurmak… Bunlar, bir şairin heybesinde sakladığı dünya, yeri geldikçe onları oradan çıkarıp göğe savurmak, toprağa serpmektir…
Merhaba kadar sıcak bir tebessümle karşılanmak ne güzel bir düş!
İnsanları içten, sokaklar edebiyat kokan bir şehir…
Gözleri sürmeli, gerdanı benli Diyarbekir...
Ve bir şiirin dizelerinden süzülüp gelmiş gibi hissetmek, sanki yağmur damlaları size bir hikâye anlatıyormuş gibi yürümek... Ve kuşların şehri, güvercinlerin memleketi olmak…
Diyarbekir ’de uzun soluklu kalmak… Bu, bir şairin en uzun yolculuğudur.
“Hep bir çağlayan gibi senin sevdana aktım;
Sen ise sularını kaçıran bir nehir gibi uzaktın...”
Belki de Diyarbakır, sizi bekleyen bir şairin mısralarında saklıdır. Oraya giden her adım, o şiire bir kelime daha ekler.Bu şehrin bir tılsımı var işte; bağrında şiir bahçeleri yetiştiren.
Diyarbakır'a, bir sonbaharda gelmek...
Diyarbakır’a bir sonbaharla gelmek…
Bir merhaba kadar sıcak bir tebessümle gelmek... Şiirden çıkıp gelmek, bulut ve yağmur arasında gelmek... Bu, bir şairin gelişidir.
Bunların hepsi Diyarbakır’a gelmek’tir. Elbette bir şairin ayağının tozuyla, sözlerinin inceliği ile gözlerinin buğusuyla gelmektir. Diyarbakır’da bir sonbaharda, zamana dokunmaktırişte. Tarihin dokusuna, aşkın ve sevdanın desenlerine dokunmaktır. Fuarların gündemi, kitapların kokusu, imzaların büyüsü arasında… Bu, bir şairin elleridir.
Sur’un taş sokaklarında yankılanan ayak sesleriniz, geçmişin fısıltılarıyla birleşir. Karacadağ’dan süzülen rüzgâr, size kadim bir ezgiyi taşır; bir türkü, bir ağıt, belki de bir başlangıç…Bunlar bir güvercin gibi kanatlanır ve bir şiirin ilk dizesine konar. Sonra Narin zamanlarda yaralanır yüreğiniz. Bu, bir şairin yazı defteridir.
Yağmur ince ince düşerken toprağa, şehrin kokusu sarar sizi. O koku, sadece Diyarbakır’a ait olan, tarih ve sevdaylayoğrulmuş bir kokudur. Eski bir hanın avlusunda oturup sıcak bir çay içtiğinizde, yanınızdan geçen bir çocuk size gülümser; o gülümsemede yılların hikâyesi vardır. Bu, bir şairin pencere kenarlarıdır.
Hevsel Bahçelerinde dolaşırken, toprağın sabrını ve Dicle’nin akışındaki kararlılığı fark edersiniz. Sanki her şey, insana bir şey öğretmek için sıraya girmiştir. Ve siz, bulutlarla yağmur arasında, bu kadim şehrin kucağında bir şiirin parçası olduğunuzu anlarsınız. Bu, bir şairin sözleridir.
Diyarbakır, sonbaharda gelirseniz size hem hikâyesini anlatır hem de kendi hikâyenizi yazdırır. Bu, bir şairin sonbaharıdır.
Evet, Yılmaz Odabaşı’nın Diyarbakır sevgisi, şehrin sokaklarında yankılanan bir şiirdir. Onun dizelerinde Diyarbakır; taşın, toprağın, insanın ve tarihin bir araya geldiği büyülü bir mekân olarak çıkar karşımıza. Odabaşı, şehri sadece bir yer değil, bir ruh, bir özlem ve bir hasret olarak yazar. Bu, bir şairin gözleridir.
Biz bu kentlere sığdık da,
bu kentler bize sığmadı Asiya!
Ve bir çığlık gibi günlerin çarmıhında;
arttıkça yalnız, sustukça silik...
Bu dizelerde olduğu gibi, onun Diyarbakır’a duyduğu sevgi, bir özlemi ve içsel yolculuğu da taşır. O şehir, şairin çocukluğudur, kaybolmuş zamanlarıdır, eskimeyen düşleridir, geçmeyen aşklarıdır ve aynı zamanda umutlarının derin bir yansımasıdır. Bu, bir şairin giderek çoğalan mevsimleridir.
Yılmaz Odabaşı’nın şiirleri, Diyarbakır’ın taş sokaklarına düşen bir yağmur damlası gibidir; şehrin tarihine, acılarına, nehirlerine ve gökyüzüne sinmiş bir ağıttır. Ve bu sevgi, her okuyanın yüreğine dokunur: “Diyarbakır sen kendine ve bana benzersin umuda meyilli kedere mecbur.” Bu, bir şairin kederli dizeleridir.
İnsan yaşadığı memleketten izler taşır ama bazı memleketler vardır ki yetiştirdiği sanat insanlarının seslerinden tanınır.Memleket türküleri, memleket şiirleri, memleket özlemleri… Hepsi bizim bahçelerimiz, bizim teraslarımız, bizim kapılarımız, bizim eşiklerimiz…
Sanat; ruhu inceltirken öznesine bir benlik kazandırır. Bubenliğin mayası kolektif bir hafızanın mahsulüdür. Sanat ve kültürün kadim bir geçmişe sahip olduğu nevi şahsına münhasır memleketleri diğerlerinden ayıran ana unsur özgün bir karakterin aykırı duygularını taşımaktan yüksünmemeleridir. Çünkü onlar, dilin hafızasınırenklendirmek gibi bir görevi yüreklerinde taşırlar. Bu, bir şairin atlasıdır.
Ezberinizde bir imge, bir dize, bir şiir yoksa ziyandasınız.
Paris denince, Charles Baudelaire ve onun Kötülük Çiçekleri ile çizdiği karanlık, melankolik, ama aynı zamanda büyüleyici imgeler akla gelir. Modern şiirin doğuşuna zemin hazırlayan bir başyapıt olarak, Paris'in sokaklarını, insanlarını ve ruhunu hem eleştirir hem de kutsar.
Goethe ise, Doğu ve Batı kültürlerini bir potada erittiği Batı-Doğu Divanı ile zihinlerde yer eder. Onun kelime ustalığı, hem Alman romantizminin hem de dünya edebiyatının zirve noktalarından biridir. Doğu’dan Batıya harmanlanmış bir kelime/ler lezzetidir.
Hafız-ı Şirazi'nin bir beytini duyduğumuzda, ruhumuz derin bir iç huzur ve vecd içinde belki de aşkın, tasavvufun veya insanın ilahi yolculuğunun âlemlerine göç eder. Şairlerin göçü, zaman ve mekân sınırlarını aşan, kelimelerle ölümsüzleşen bir seyahattir. Edebiyat öyle güçlü bir sanattır ki kelimeleri ölümsüzleştirir, duyguları, incelikleri derinleştirir. Bu, bir şairin söz tılsımıdır.
“Ne Diyarbekir anladı beni ne de sen;
Oysa ne çok sevdim ikinizi de bilsen…”
Şimdi “sana” ve şehre yeniden seslenme zamanı. YılmazOdabaşı, Diyarbakır’da, sözünde. Bu, bir şairin bir şehri sevmesidir. “Sabahçı kahvelere” dizeler yazmasıdır. Bu, bir şairin soluğu, eski konakların kapısına şiirden bir gerdanlık asmasıdır.